Batı’da 16. Yüzyılın sonlarına doğru artan (doğa bilimleri ve matematik) “bilimsel” düşüncenin ivmesiyle Metafizik hızla kan kaybı yaşadı. Kant’a gelindiğinde zaten önemli ölçüde gözden düşmüş bir Metafizik bizleri bekliyordu. Süreç içinde gayet normal olarak Metafiziğe öyle ya da böyle itibar sağlayan karşıt çıkışlar yapıldı. Hegel’in Mutlak Tin’i gerekli radikal çıkışlardan biriydi. Bergson’un felsefesi ve benzeri savunular ise, Metafiziğe itibar kazandırmaya çalışan bir diğeriydi . Aydınlanma sonrası bilimsellik iddialarına yönelik mebzul miktarda itirazları, söylemeye gerek yok. Kısacası; her şeye rağmen totalde; Metafiziğin bilim karşısında olumsuz anlamı ve konumu yıkılmadı. Mesela; K. Marks; felsefenin dünyayı yorumladığını fakat değiştiremediğini söylemişti. Yani genel olarak Metafizik, gerçek dünyada değil, kavram dünyasında dolaşan bir hayalete benzetilmişti.
Felsefenin, düşüncenin “masa başı” işi olmadığı yani hayattan ve gerçek problemlerden kaynaklanan ve onların problemini çözen esaslı bir iş olduğu sıklıkla vurgulandı. Artan tempoda giderek İşlevselcilik daha sonra Pragmatizm, felsefenin ve düşüncenin konumunu belirleyen bir hal aldı. Yani düşünmek;bir iş çözmek, bir şeyi kullanmak, bir şeyden en maksimum faydayı görmek ile eşit ve özdeş hale geldi. M.Horkheimer’ın“Formel akıl” dediği, M.Heiddegger’in “sayan aklı”, R.Guenon’un “niceliksel aklı (niceliğin egemenliği)” ya da genel anlamda “Araçsal akıl” diye söylenen düşünme biçimi,hakim hale gelip insanları esir aldı. Bugün en büyük, aşılamayan problemlerden biri “Araçsal aklın” nasıl durdurulabileceği, nereye bağlanabileceği, vb problem(ler)den oluştu.
Bilim kavramı, İlim kavramını kapsayan, aşan, hatta yutan bir kavram olarak düşünce hayatında (üniversiteler, akademiler, aydınlar vb) son derece teknik boyutla insanlarısınırlandırmaktadır. Araçsal akıl bu düzlemde en son ve keskin biçimiyle kullanılmaktadır. Buraya kadar bir “sorun” yok diyelim. Peki Kolonyalizm ile bunların ilişkisi ne? Buna bakalım.
Şimdi; Bir taraftan Metafiziğin anlam kaybı, bir taraftan işlevselcilik, bir taraftan pragmatizm, bir taraftan araçsal akıl hepsi ortak bir kaderi paylaşacak şekilde örgütlendi: Doğayı-nesneleri-toplumu-insanı kontrol etmek, denetlemek, disiplin altına almak. Yani somut ve pratiğin denetlenebilir, çözümlenebilir ve üretilebilir taraflarını öne çıkarmak, merkeze almak. Hepsi “iyi” ve “güzel” fakat olguları takip ettiğimizde önümüze ne çıkacak?
İlerleyelim: Batı düşüncesi, felsefesi ya da genel olarak ‘düşünce ve felsefe’, değişimin en önemli aktörü olarak sunuldu. Tüm dünyayı kasıp kavuran gelişmeler, değişimler, dönüşümler bilimde-teknolojide ilerlemeler en nihayetinde zihinsel bir dönüşümün/devrimin sonucuna bağlandı. Şayet bu doğru ise tam da yeri gelmişken soralım: Batının evrensel düşüncesi her şeyi dönüştürmüşken kolonyalizm nasıl olurda dönüşüme uğramadı, ortadan kalkmadı? Ve Batı tarafından terk edilmedi/edilemedi? Mesela; Fransa 16 yüzyıldan beri düşünce dünyasında rol alan bir aktördü fakat bırakın “Tarihsel kolonyalizm”i henüz daha 1945’lerde Cezayir’de (mağrib’te) yaptığı katliamlar kan dondurur bir vahşetti. Yine Ruanda’daki 1994’te sivil (kadın çoluk çocuk) halk katilamıyla soykırımının kanı yerde kurumamıştı. Burada ciddi bir paradoks vardı: Hem düşünce işlevsellikle, pragmatizmle, araçsal aklın tahakküm biçimiyle formüle edilmiş hem de felsefenin kolonyalizmi değiştirmeye ya da dönüştürmeye gücü yetmediği, öne sürülmüştü. Yani burada düşünce-fikir ve felsefe, Kolonyalizm karşısında adeta adı konmamış bir “Metafizik” olmuş diğer yanda doğayı-insanı-nesneyi her şeyi şekillendirebilen bir güç gibi işlem görülmüştü.
Asırlardır önder olarak gösterilen, sunulan fikirlerin-düşüncelerin, Kolonyalizmin hakkından gelememiş olması,kendi içinde birçok tutarsızlığı barındırır. Öte yandan tam tersi düşünceleri de insana aşılar. Yani o üretilen ve hakim olarak okutulan düşüncelerin kendisi; kolonyalizmi aynı zamanda üreten, meşrulaştıran, devamını sağlayan bir mekanizmaolduğunu telkin eder; insan kendi kendini bu tür düşüncelerden alamaz. Nihayetinde olağan şüpheli olarak eli kanlı bir fail olarak ortada durur
Kolonyalizmin gelişmiş ülkelerin halen hız kesmeden devam ettirdiği bir siyasal olgu olduğunu ve yine halen Afrika’da, Latin-amerika’da, Asya’da, Mağrib’te, dünyada alabildiğince zulümlerini sürdürdüğünü, gözümüzün önünde Irak’ta 1.5 Milyon insan katlettiğini şöyle bir hatırlarsak, hakim düşünsel paradigmayı daha şiddetli eleştirmek, bir zorunluluk olur.
Burada yapılan itiraz ve sorulara karşı: “post-kolonyal teoriler, yeterince bunu sorguluyor, tartışıyor, irdeliyor” diye karşıt görüşler getirilse de, bu tür karşıt görüşler, önemli ölçüde haksız ve isabetsiz olur. Çünkü buradaki mesele; Kolonyalizmin kavramsal düzeyde eleştirilmesi değil varlıksal düzeyde neden şimdiye kadar kökten değişmemiş, ortadan kaldırılmamış olmasıdır ve ısrarla halen yürürlükte olupişlemesidir.
Burada insan sormadan edemez: Dine , Tanrıya, doğaya, insana , tüm nesnelere takla attıran, her şeyi dönüştüren “yüce-üstün-gelişmiş-ileri” Batı ve onun düşüncesi, Söz konusu Kolonyalizm olunca mı kötürüm oldu, felç geçirdi, etkisiz ve yetkisiz kaldı?!
Önümüzde olası şu seçenekler var gibidir: Kolonyalizm ve Kolonyalist anlayış konusunda; a) ya tüm Batılı düşünürlerin-filozofların; çaresiz kaldığı söylenecek -ki bu durumda düşünce felsefe, tüm olumsuzlukla kötülemiş olduğu, günah keçisi ilan edilen Metafizikle eşitlenecek, aynı anlamı ve değeri paylaşacak, b) ya da Kolonyalizmin suçlarına onları da ortak etmek gerekecek – ki bu durumda da düşünce Kolonyalizmin üretici fabrikası olacak-. Çünkü kolonyalizm; uçu açık, tanımlanamaz, ele geçirilemez, herhangi bir yere ve konuma bağlanamaz yahut gösterilemez vb bir şey değildir. Onun karmaşık yapıya sahip olduğu doğrudur fakat Kolonyalizmin tüm sonuçları; maddi ve manevi sömürülmeyle, katledilmeyle, ezilmeyle, tüketilmeyle, kültürleri-şehirleri, zihinleri bitirmeyle vb yaşanır. Dolayısıyla kendini saklanamaz somut sonuçlarla ve felaketlerle sergiler.
Felsefe ve Kolonyalizm ilişkisi, tıpkı Ruh ve Beden ilişkisi gibidir. Birbirlerini besleyen ve hareket ettiren, birbirlerini düşünsel ve varlıksal üreten, birbirlerinden ayrılamaz niteliğe sahip bir ağla örülüp kaynaşmıştır. Dolayısıyla onlardan birini yırtmaya-ayırmaya çalışan herhangi bir kişi diğerinin de yırtıldığını-ayrıldığını görür. Bu şey, aynen bir kağıdı yırtmaya benzer; her defasında bir yüzü yırtan diğerini de yırtmış olur. Durum böyle iken; Felsefenin-düşüncenin-fikrin Kolonyalizmden ısrarla ayrı tutulması ve masum sayılması ancak kasıtlı nedenlerle açıklanabilir.