Kısa süre önce “İngiltere’de göçmenler için yüzen hapishane” başlığıyla bir haber servis edildi. Sky News’ün paylaştığı habere ait görüntüler, sosyal medyada viral oldu.
Adının ‘Bibby Stockholm’ olduğunu öğrendiğimiz bu gemiyi, İngiltere hükümetinin göçmenleri tutma planı kapsamında faaliyete sokmak istediğini okuduk. BBC’de yer alan haberde konuya ilişkin birçok detaya ulaşılıyor.
Buna göre, gemiye geçici olarak ilk etapta 500 bekar yetişkin erkek alınacak. Peki kimlerden oluşacak bu bekar erkekler? Kaynaklarda, “Manş Denizi’ni küçük tekne ve botlarla geçip ülkeye herhangi bir dokümanı olmadan ulaşanlar” deniyor.
Haber gerek İngiltere, gerekse de dünyanın birçok noktasında ilgi gördü, tepki topladı. Mesela ülkede aşırı sağın öne çıkan isimlerinden Paul Golding, konuyu bir tweet ile değerlendirdi. Mealen, 500’ün yetersiz olduğunu, bu sayının sadece Dover’a günlük olarak ulaşan göçmen sayısından az olduğunu söyledi, mevcut işleyişi eleştirdi.
Golding’in aksine planı gayri insani bulanlar da vardı.
Hükümet ise, 51 bin sığınmacının İngiltere genelindeki hotellerde ikamet ettiğini, bunun ülke ekonomisine maliyetinin çok fazla olduğunu (günlük 6 milyon sterlin) açıkladı. Geminin mevcut harcamaları düşüreceğini iddia etti.
Şimdi hafızalarımızı biraz daha tazeleyelim ve yine İngiltere’nin geçtiğimiz yıl ülke içi ve dışında fırtınalar koparan “göçmenlerin Ruanda’ya gönderilmesi” planını hatırlayalım.
İngiltere, belgesiz ve pasaportsuz ülkeye giriş yapanları doğrudan Ruanda’ya göndereceğini açıklamıştı. Bunun karşılığında 6 bin 400 kilometre uzaklıktaki Ruanda’ya 120 milyon sterlin ödeyecekti. Plan oldukça tartışma yaratmış, insan hakları örgütlerinden büyük tepkiler gelmişti.
Sığınmacılar ve yardım kuruluşları İngiltere hükümetine karşı davalar açmıştı. Ancak hükümetten kararlılık açıklaması gelmiş, hatta İçişleri Bakanı Ruanda’ya giderek planı görüşmüştü.
Bugün bu konuya ilişkin davalar hala sürüyor, ancak Ruanda’ya gönderilen sığınmacının olmadığını biliyoruz.
Bu iki örnek plan özelinde yorumlamaya devam ettiğimizde 2024 için, “İngiltere’nin sığınmacıları Mars’a gönderme planı” temalı haberleri okuma ihtimalimizi yüksek olarak değerlendirmemiz sanırım safdillik olmaz.
İki planın da gayri insaniliği önemli bir tartışma konusuyken, uluslararası zeminde İngiltere hükümeti lehine bir zafere kapı aralayamamaları da şimdilik sevindirici.
“Ruanda planı”ndan sonra gündeme gelen “yüzen hapishane planı” ayrı bir parantezi hak ediyor. Çünkü bu girişim eşine ancak sıradan aksiyon filmlerinde (Ör. Kaçış Planı, bir gemi hapishanesinden! kaçışı konu alıyor) rastlayabileceğimiz bir mahiyet taşıyor.
Bu plan sığınmacılara dönük şiddetin dönüşümü bağlamında ayrıca dikkati hak eden bir içerik sunuyor.
Bilindiği gibi Güney Koreli Kültür Kuramcısı Byung-Chul Han, “Şiddetin Topolojisi” adlı eserinde geç modernite sonrası insanda şiddetin hangi uğraklarının, hangi aşamalarının görüldüğünü tarihsel bir izlekle okuyucusuna sunuyordu.
Yani kısaca ve özetle: Kralın, lordun “bedene” yönelik şiddetinden, neoliberal psikopolitikanın “ruha” yönelik şiddetine doğru bir dönüşümün yaşandığına vurgu yapıyordu.
Bu dönüşümü tarihsel kırılma anları ve iktidar ile disiplin mefhumlarının geçirdikleri değişimlerle irdeliyordu.
Günümüz insanının her şeyi “-ebilirim” bağlamında değerlendirdiğini, kendisini gerçekleştirme paranoyasıyla yine kendisine dönük psikolojik şiddet ürettiğini anlatıyordu.
İngiltere’nin yüzen gemisi, abartma pahasına, ‘Öteki’ne yönelik ruhsal şiddetin ulaştığı en yüksek noktayı ifade ediyor. Plan, tutsaklık, özgürlükten yoksunluk ve kaçışa/kurtuluşa dönük bir olumlama sunmaması bağlamında psikolojik şiddetin dönüşümünün ‘peak’ noktasında bulunuyor.
Yabancı aleyhtarı taassup, Öteki’nin bedenini hapsetmekle kalmıyor, özgürlük hissinden yoksunlukla ruhuna nüfus ediyor, “denizin ortasında bir gemi hapishanesi” konseptiyle ruhsal şiddeti mekansızlık ve umutsuzluk batağına adeta saplıyor.
Yakın tarihe dönüp baktığımızda, yine klişe olma pahasına, “İngiltere’nin gayesinin onun menfaatlerinin gerçekleştirilmesi” olduğunu okuyoruz, görüyoruz.
Cihanşümul olma histerisinin, siyasi ve iktisadi tahakküm sisteminin hangi coğrafyalarda, nasıl şiddet ürettiğine tanık oluyoruz.
Çünkü Aime Cesaire’den hareketle şunu iyi anlamış durumdayız: Avrupa’nın hümanizminin ve evrenselci değerlerinin samimiyetinin sınanacağı yer sömürgeleridir. Biz de oraya bakıyoruz.
Bugün ise göçmen meselesi tüm bu tarihsel eleştiri ve analizleri aktüalize eden bir ayna görevi ifa ediyor Avrupa için.
Göçmenlerin Doğu’dan kurtulmaya dönük tehlikeli yolculukları ayrıca önem arz ediyor. Ancak bunlar başka bir yazının konusu olacak kadar yoğun Doğu eleştirisini ve analizini merkeze almak durumunda.
O yüzden şimdilik Levi-Strauss’u anarak sonlandıralım. O, “kültürel ilerleme kurulan kültürel koalisyona bağlıdır” diyordu. Toplumlar için bu koalisyonun ne kadar çeşitlenirse o denli verimli olacağını vurguluyordu.
Bu yaklaşımı gerçekleştirmenin, bu zenginliği ortaya çıkarmanın yolu yüzen hapishaneler inşa etmek midir?
Dünya vatandaşları için asıl soru bu olsa gerek…