Geçtiğimiz aralık ayında Katar’ın ev sahipliğinde düzenlenen 2022 Dünya Kupası’nın en büyük sürprizlerinden birine Fas Milli Takımı imza atmıştı.
Belçika, Hırvatistan ve Kanada’nın yer aldığı grupla turnuvaya başlayan Afrika temsilcisi, bu takımlar arasından lider olarak çıkmıştı. Son 16 Turu’nda İspanya ile eşleşmiş, onları penaltılarla kupanın dışına itmişti.
Hatırlanacağı üzere İspanya zaferiyle Fas büyük sükse yaptı. Tüm dünya, kadrosunda bulunan 26 futbolcunun 14’ünün ülke dışında doğduğu bu takımı konuşmaya başlamıştı. Çeyrek finalde rakip Portekiz’di.
Kırmızı-yeşilliler Portekiz mücadelesinden de galip ayrıldı ve adını yarı finale yazdırdı. Artık tüm dünyanın kadrajında Fas vardı, medya, futbol otoriteleri, kısaca herkes Fas’ı konuşuyordu.
Sosyal medyadaki trendler listelerinde kendisine en üst sıralarda yer bulan Fas’ın Dünya Kupası yolculuğunda rakibi bu kez son şampiyon (2018) Fransa’ydı.
Fas’ı yarı finalde durduran da aynı Fransa oldu. Afrika temsilcisi, büyük bir başarıyla turnuvaya veda etti.
Üstünden 7-8 ay geçip hikâyeyi tekrardan başa sardıktan sonra Fas’ın başarısının altında yatan nedenler üzerine o dönem konuşulanlara bakabiliriz.
Bu konuda belki de en ilgi çeken yazıyı, “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir” kitabıyla hatırlayacağımız Simon Kuper yazmıştı.
Kuper’in Financial Times’ta yayınlanan yazısından şunları öğrenmiştik:
2014 yılında Fas Futbol Federasyonu “Toprağa ait yetenekleri geri getirin” kampanyası başlatıyor.
Avrupa’da yetişen Faslı yetenekler hedefe alınıyor, onlarla ve aileleriyle temasa geçiliyor, süreç boyunca futbolcularla birebir ilgileniliyor (yakınlarının cenaze masraflarını dahi federasyon karşılıyor).
Günün sonunda, üst düzey kulüplerde top koşturan Hollanda doğumlu Hakim Ziyech gibi, Madrid doğumlu Achraf Hakimi gibi, Sofyan Amrabat, Noussair Mazraoui ve Sofiane Boufal gibi isimleri Fas için ter dökmeye ikna ediyorlar.
Bu başarı hikayesi ve onu bir anlamda mümkün kılan proje, kışkırtıcı bir şekilde akıllara Spivak’ın “Madun Konuşabilir mi?” başlıklı çalışmasını getiriyor.
Bilindiği üzere Gayatri Chakravorty Spivak’ın Madun kavramsallaştırması, sosyal mobiliteyle üst tabakalara çıkamayacak olan kişileri sembolize ediyordu.
Madun bilemezdi/yapamazdı, bilirse/yaparsa bu rastlantı sebebiyleydi. Onun bilgiye erişme şansı kısıtlıydı, bilebilmesi kaderin bir cilvesi olabilirdi sadece. Ya da kendiliğinden gerçekleşen, bireysel kalabilen bir anlatıyla açıklanabilirdi.
Serpil Kırel, Kültürel Çalışmalar ve Sinema adlı eserinde, bu kavramsallaştırmayı en kısa yoldan Hindistan yapımı Slumdog Millionaire (Milyoner) filmi üzerinden açıklıyordu.
Filmi bilmeyen yoktur. Kahramanımız aslında bir Madun’dur ve soruları bilmesini sağlayan tek şey kaderin cilvesi, kişisel tecrübeleri ve hatıralarıdır. Her soruda geçmişe döner, kendi hayat hikayesinden kesitlerle soruların doğru cevaplarını tek tek bulur. Son soruyu da cevaplar ve milyoner olur.
Filmin en dikkat çeken tarafı kahramanımız Jamal’in hile yapmış olabileceği gerekçesiyle tutuklanmasıdır. Çünkü soruları hilesiz bilmesi düşünülemez, hikayesi istisna olan bir Madun’dur çünkü, bir kenar mahalle çocuğudur.
Kısacası filmde, “bilginin böyle bir coğrafyada madunlar için olsa olsa deneyimle elde edilebileceği” vurgusu üzerinden bir eleştiri yapılır.
Post kolonyalizm çalışmaları bugün bile Madun’un konuşup konuşamayacağına kesin bir cevap verebilmiş değil.
Peki Fas örneğinden hareketle biz şunu sorabilir miyiz: Madun futbol oynayabilir mi?
Bugün bazı eski kolonilerin kendi hikayelerini yazmak adına ne türde ve şiddette milliyetçilik ürettiğine tanık olmaktayız.
Belki de bu yargıya verilebilecek en iyi örnek yine Hindistan olacak. Yaklaşık 200 yıl süren İngiliz sömürgeciliğinden 1947’de kurtulan Hindistan, bugün Hint milliyetçiliğinin kıskacında. Ülkede yaşayan Müslümanlar üzerinde şiddetin farklı varyasyonları uygulanıyor.
Bu yüzden bugünün meselesi Madun’un ne yapabildiği değil, konuştuğu ya da konuşamadığı hiç değil, kendisini nasıl temsil ettiği. Hindistan örneğini bu temsiliyetin bir ucuna koyabiliriz.
Fas’ın dünyanın en önemli futbol organizasyonunda elde ettiği başarı ise temsilin diğer ucunda olmayı hak eden örneklerden yalnızca biri.
Bu başarı, Madun’un performansını rastlantılara indirgemiyor, onu kendiliğinden gerçekleşen kaderci bir çizginin dışına çıkarıyor.
Bu anlamda belirli şematiklere hapsedilen Madunların hikayelerinin başkalaşmasında spor önemli bir kaldıraç işlevi görebiliyor denebilir.
Sportif başarı, ülkelerin topyekûn mobilizasyonlarına önemli bir itki kuvveti sunuyor, “edilgen” senaryolara hapsedilen aktörlere “etken” dokunuşlar yapabilme imkânı sağlıyor.
Tüm bu çıkarımların süreklilik arz etmeleri halinde anlam kazanacakları ise bir hakikat. Tekil örnekler üzerinden genellemeler yapmanın ne kadar doğru olduğunu ise zaman gösterecek.
Ancak sporun taşıdığı anlam, bugün için bile bakış açısındaki tek biçimliliği kenara itmesi, çoğulcu alternatifler üretmesi açısından çok değerli.
Bu yüzden başlıktaki soruya, “Evet, Madun futbol oynayabilir” şeklinde cevap verilebilir.
Futbolun kalitesini ise kısa, orta ve uzun vadede göreceğiz…