Bugün iki zıt teori Avrupa’yı-Batı’yı buharlaştırma hedefinde ortak olmuş gibidir: Bunlardan İlk Teoriyi; Avrupa’nın-Batı’nın varlığından tereddüt duyan, Onu mekansız ve şekilsiz düşünen, Yersiz Şüpheciler ve onların temsil ettiği düşünceler oluşturur. Bu teori; düşünce hayatında, akademilerde, aydınlarda hâkim görüş olarak yürürlüktedir. Buna göre; Avrupa – Batı olarak adlandırılan “fail-özne” yalnızca kurgusal bir bütünlüktür, gerçekliği yoktur. Bununla birlikte sadece bir özne olarak değil bir mekan yani coğrafya olarak da fiziki bedene sahip değildir. Yani o da varmış gibi farz edilen fakat gerçekliği olmayan bir kurgudur. Bu görüşün temelinde; Özne farklılıklara, mekan-coğrafya ise benzerliklere dayanılarak red edilir. Öznenin reddini farklılıklara bağlarken; Avrupa-Batı denilince, bu kimdir? Sorusunun, birçok etmenden dolayı belirsiz kaldığı söylenir. Burada özne karmaşık yapı ve farklılıklardan dolayı tespit edilemez olduğu kabul edilir. Avrupa’yı oluşturan her ülkenin dinamikleri ve rollerinin ayrı olması onu belirli fail-özne noktasında hükümsüz kıldığı iddia edilir. Avrupa’nın-Batı’nın kendi içindeki ülkeler aynı gelişmişlik ölçüsünde aynı ağırlıkta ve rolde olmadığı gösterilir. Mesela; ülke olarak Romanya, bölge olarak Balkanlar; bir Fransa, Almanya gibi konuma sahip olmamakla birlikte Avrupa-Batı olarak anılması fail-özne bakımından ortada ne denli bir sorun bulunduğuna delil sayılır.
Mekanın-coğrafyanın reddini benzerliklere bağlarken; Avrupa’nın Batı’nın belirli bir mekana teşmil kılınamayacağı söylenir. Zira Avrupa’nın fiziki sınırları içinde kalmayan diğer ülkeler de onunla aynı forma bürünmüşlerdir, denir. Mesela; Japonya. Avrupalılaşmak-Batılılaşmak tüm dünyayı kendine benzettiği için Avrupa sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği tam olarak söylenemeyeceğini iddia eder.
Kısacası; birinci teorideki Yersiz Şüpheciler ve onun temsil ettiği düşünceler, özne konusunda daha çok farklılıklara odaklanıp farklılıklar üzerinden belirli bir tanım ve konum yapılamayacağını öne sürerken; mekan konusunda ise benzerliklere dikkat çekerek tüm dünyanın neredeyse Batılılaştığını yani genişleyip mekansızlaştığını savunur .
II. Teori ise; Avrupa’nın eşsizliğine ve biricikliğine “mutlak fail-özne” yapılmasına itiraz eden Merkezsiz Şüpheciler ve onların temsil ettiği düşünceler oluşturur. Bunlar Post-kolonyal çalışmalar, Çoklu Moderniteler, Küresel Moderniteler, Alternatif Moderniteler, Bağlantılı Tarihler vb gibi kuramlarla öne sürülen, “eşsiz-benzersiz biricik Avrupa” fikrine itiraz eden kesimler ve onların dile getirdiği düşüncelerdir. Bu teori temel olarak Avrupa’nın eşsizliği sorgular. Onun yenilikçiliğin, yaratıcılığın, düşüncenin ve faliyetin benzersiz yuvası olarak konumlandırılmasına karşı çıkar. Böyle bir konum-lamanın Avrupa’yı sürekli olarak üstün, efendi, gelişmiş, birinci dünya yapacağı geri kalan Batı-dışı dünyayı ise alçak, köle, ilkel, üçüncü dünya kılacağını belirtir. Dolayısıyla bu tür bir denklemin herşeyi Avrupa merkezine toplayacağını, egemenliğini de garanti altına alacağını vurgular. Bazı şeyleri açığa çıkarırken metod olarak; Avrupa lehine oluşturulan kavramların ciddi sökümünü gerçekleştirir ve söylem analizlerinin yine ciddiyetle ele alınmasını önceler.
Bu iki teori “fail-özne” açısından tek sonuç doğuruyor görünse de kendi aralarında oldukça büyük farklar taşır. Bu farkların en önemlisi, Kolonyalizm konusundadır. “Avrupa’nın-Batı’nın” bir yanılsama olduğunu” insanlara telkin eden ve hakim görüş olarak konuşan birinci teori, Kolonyalizm konusunda kör ve sağır davranırken hatta onu sistemli biçimde unutturmaya çalışırken, ikinci teori; Kolonyalizmi, modernitenin ve modern kurumların oluşumunun yani çağdaş dünya anlayışının ayrılmaz parçası sayar. G.Bhambra; Avrupa’ya içkin (ona has ve özgü) olduğu varsayılan tüm süreçlerin aslında Kolonyalizmin etkisiyle geliştiği gerçeğinin bulunduğunu fakat bu gerçeğin göz ardı edildiğini, göz ardı edilmek istendiğini de sert biçimde belirterek eleştirir.
Şimdi bu iki teoriye genel bazı itirazlar getirmemiz gerekir:
Birinci teori, ikincisine nispetle oldukça zayıftır. Farklılığın sunmuş olduğu sarhoşlukla hareket eder ve farklılıkları genel bir hüküm vermede yeterli sayar. Avrupa’yı-Batı’yı göz önünden kaybedeceğim derken; mutlak otorite-egemenlik ile benzersiz bir “Avrupa-Batı” üretir. Tüm insanlığın ve ülkelerin Avrupa modernitesinin hakim potasından kaçınılmaz biçimde geçip eriyeceğini varsayar. Avrupa kimliği ve modernitesi buna göre her yere yayılıp her yeri dönüştürebileceğinden “olmayan Avrupa-Batı” son derece olumlu kavramlarla tanımlanmış da olur: İlerleme, Yenilikçilik, Evrensellik, Değişim, Yaratıcılık, Kalkınma, Gelişim…vb kavram setleriyle insanları rahatlıkla manipüle eder. Bu teorinin temsilcileri, dünyayı Avrupa’lı emperyal-modern kategoriler üzerinden düşünüp tercüme ederken, siyasal bir rol olarak Avrupa’nın-Batı’nın sözcüsü ve görevlisi olma durumuna düşer. Özellikle “İlerleme” kavramı tüm düşüncelerinin merkezinde durur ve gerek gizli gerek açık şekilde her şeylerini belirler.
İkinci teori ise daha ciddi iddiaları gündeme getirir. Öte yandan Avrupa-Batı dışında da itibarlı bir dünyanın olduğunu söylemesi Batı-dışında kalan bizleri heyecanlandırır. Bu teorinin Batı-dışı dünyanın maddi ve manevi katkısını vurgulaması ve bunu tartışmaya açması bakımından oldukça kıymetlidir. Bununla birlikte bu teori de birçok açmazı bünyesinde barındırır; a) Batı’nın failliğini öznelliğini silikleştirmeye çalışırken tutarsız biçimde sürekli referans noktası olarak yine Batı’yı alır. Bu durum nerdeyse tüm Post-modern, Post-yapısalcı, Rekonstrüksiyoncu okumalarda temel bir tutarsızlıktır. İnsanlar onları okurken arka kapıdan Avrupa-merkezciliğin tam ortasına düşer, b) Batı-dışı dünyanın hem materyal pratiklerle hem de düşünsel pratiklerle katkısını söyler fakat onların neden Batı gibi belirgin bir failliğe-öznelliğe kavuşamadığını tam manasıyla açıklayamaz. Bu teorinin yalnızca anti-özne üzerinden gitmesi ve sadece kavramların sökümünü yeterli bulması, zayıf karnını oluşturur, c) şayet Batı-dışı dünyanın katkısı hesaba alınmadan Avrupa Medeniyeti ve modernitesi düşünülemeyecek ise, buradan iki sonuç çıkar gibidir: ilki; Avrupa’nın-Batı’nın sadece büyük bir ortaklığın doğal ürünü olması. İkinci ve en önemlisi ise; Kolonyalizm dahil Batı’nın tüm kötülüklerinde Batı-dışı dünyanın ortaklığı katkısı olduğunu vurgulaması. Kısacası; Batı-dışı dünya bir suç ortaklığıyla olaya dahil edilmeye çalışılır. Suçun yaygınlaştırılması fail açısından oldukça avantajlı bir durumdur. Zira o suç için kolaylıkla gözden kaybolur. Zaten Post-modern, Post-Yapısalcı okumalar da farklı açılardan aynı yöne (suçu örtbas etmede) ilerler. Yine Batı karşısında örgütlenemeyenleri hedef alır ve onları dağıtır.
Kolonyalizmde Fail-Özne sorunu nasıl çözmeliyiz yahut çözülmeli mi? Buna verilecek cevap modern dünyada bilgide ve varlıkta “fail neden”in ortadan kaldırılmasıyla alakalı olmakla birlikte uzunca cevapları kapsar. Buna rağmen hızlıca bazı noktalara maddeler eşliğinde değinmek iyi olur: 1-Fail-Özne bir şeyin anlaşılması ve açıklanması için gereklidir. Aristoteles “fail nedeni” faili, varlığın temel ilkeleri için vaaz ederken bunu kendisinden hiçbir şey katmadan tamamen Mısır’dan ç-aldığı düşünce sisteminden bulmuştu. Fail neden olmadan-bulunmadan yahut kabul edilmeden Kolonyalizm de zorunlu olarak bilinemez, açıklanamaz, yakalanamaz. O sadece bir hayalete dönüşür. Zaten Kolonyalizm için ortada ne düşünce-düşünür ne de belirli bir pratik-siyasi aktörün gösterilmemesi son derece kasıtlı bir program ve işlemdir 2- Fail-özne olmaması-bulunmaması, ortaya her zaman sorumlulukla-yükümlülükle ilgili Ahlakî sorunu çıkarır. Mesele hele hele Kolonyalizm bağlamında daha korkunç bir tutarsızlığa sahtekarlığa da döner. Zira aksi halinde etkileri fenalıkları ve felaketleri ortada olan fakat bir türlü gösterilemeyen, hesap sorulamayan tuhaf bir şeyle karşılaşılır. Kısacası Kolonyalistleri en somut varlığıyla Devlet olarak karşımıza diken ve gösteren fail-öznedir. Aynı zamanda asıl olan şeyi bizlere verir. Yani Kolonyalist Devletlerden maddi ve manevi tazminatalar, haklar için ve her türlü hesap sorabilmesini. 3- Fail-öznenin ısrarla sitematik olarak kaybedilmesi en net biçimiyle kendini Bilimsel düşüncede Sekülerizm lehine çalıştırırken Kolonyalizm lehinde bu şey, inanılmaz büyük çıkarlar faydalar üretmiş onun sürekliliğini teminat altına almayı sağlamıştır. 4- Fail-özne doğası gereği hem etki hem de tepki açısından iki kutupta yer alır. Bu da ona; yönelme/kaçınma, duygu alanı olarak sevgi/nefrete yol açar. Batı’ya gösterilen zıt yönelimler (Avrupa-merkezcilik/anti-Batıcılık) bundan dolayı anlaşılır taraflar taşır. Batı’nın Avrupa’nın Fail-özne olması zorunlu olarak onun üstün olduğunu göstermez ve bu anlama da gelmez. Özellikle ikinci teorinin karıştırdığı nokta burasıdır.
Buna ilaveten; kötülükte de Fail-özne olunabilir. Haklı olarak; madem Kolonyalizm olmadan Avrupa-Batı modernitesi kesinlikle hiçbir alanda hiçbir şekilde anlaşılamaz ise (“bağlantılı tarihler” kuramının genel iddiası) o halde bir kötülük olarak daha fazla fail-özne olduğunun vurgulanması gerekir. Böylelikle asıl ulaşılması gereken hedef gerçekleşebilir. Bu hedef ise; sömürülmüş ve halen hız kesmeden sömürülen ülkelerin Kolonyalist devletlerden direkt olarak maddi ve manevi tazminat talep etmesi, her türlü hesaplaşmayı sonuna kadar gerçekleştirebilmesiyle apaçık bir şekilde önümüzde durur.