Küçük Prens, büyük bir soruyla insanları baş başa bırakıyordu: “başkalarını yaptıklarına göre mi, yoksa sözlerine göre mi yargılamalı?”. Basit gibi görünen bu soru, aslında ahlakın, ahlak felsefesinin ve Kelâmın en merkezi-hayati sorusuydu. Nerdeyse tüm ahlak felsefesi, düşünce ile fiil arasındaki gerilimde duruyordu. Kelâmda bu durum, İman/Amel ilişkisi, genel Felsefede ise, Teori / Pratik meselesinde düğümleniyordu. Felsefe Tarihi boyunca hem “bilginin kaynağı ve doğruluğu” sorunu, hem de “varlığın anlamı ve konumu” meselesi yine aynı “ikiliğin” savaş meydanını gösteriyordu. Sosyal Bilimlerde ise her alanında devam eden benzer hattan kaynaklanan farklı görüşler ileri sürülüyordu. Mesela; Antropoloji, kobay faresine çevirdiği “ilkel kabileler” üzerinde çalışırken; onların “dünyalarını” mitlerin, söylencelerin mi yoksa ekonomi-sosyo-politik pratiklerin mi şekillendirdiği konusunda fikir birliğine doğal olarak varamıyordu.
Düşünmek/Yapmak, Bilmek/Eylemek, Teori/Pratik açıklığını besleyen şeyler her alanda kendini hissettirmekle birlikte belirli bir gerçekliği de hatırlatıyordu: insanın bildiği halde yapamadığı, yaptığı halde bilemediği şeyler vardı. Özellikle modern zamanlarda teknolojinin yabancılaştırmasıyla yaptığımız halde bilemediğimiz şeyler etrafımızı daha sıkı ağlarla örüyordu. Nihayetinde; a) insanların yaptıklarına ilişkin söyledikleri b) gerçekte yaptıkları c) yapmaları gerekene ilişkin düşündükleri, belirli bir mesafede kalırken sürekli o gerilim alanını da besliyordu. Lakin bu yarılma-çatallanma başka bir felaketi de beraberinde getiriyor, meşru birçok zeminin de altını oyuyordu. Öyle ya, şayet düşünce-bilmek- eylemeyi gerektirmiyorsa yahut tersi doğruysa; temelde “düşünen varlık” olmanın ne hükmü kalacaktı? Öte yandan Düşünce, düşünmek eylemine dönüşmeyecek, değeri de Olmayacaktı. Yani düşünmenin kendisini başlı başına bir eylem sayan radikal “idealist” görüşler bile boşlukta kaybolacaktı. Eylemi; soyuttan soyuta, soyuttan somuta, somuttan soyuta, somuttan somuta şeklinde çeşitlendirip kombine etmek bile kayıp giden meşru zemini yine de tutamayacaktı. O halde bunların birlik ve bütünlüğüne bir türlü sadık kalmak gerekliydi.
Mısır İnisiyasyon öğretilerinin bir öğrencisi olan ve tüm düşüncesini-bilgeliğini oradan alıp kendisi de bir rahip olarak bunları Yunan’a aktaran Sokrates; bilme-eyleme arasında sıkı birliği ve bütünlüğü koparmadan düşünce lehine konuşuyordu. Mesele; bilgide, varlıkta ahlakta; sıkı, ayrılmaz, kopmaz birlikteliği yakalamak oluyordu. Zaten bu birlik-bütünlüğü sağlayınca yetkinlik sağlanmış sayılıyordu.
Kolonyalizm; teori/ pratik, bir birlik ve bütünlüğü oluşturabildiğinden bu açıdan kendi içinde –olumsuz nitelikle de olsa- bir yetkinliğe sahip görünüyor. Batı düşüncesi ile onun Kolonyal uygulamaları arasındaki ilişkiler her ne kadar yeterince ortaya konmamış, yeterince belirgin halde insanlarda açığa çıkmamış olsa da onun düşüncesi fiillerinden koparılamaz taraflar taşıdığı söylenebilir. Zihnin maddeyi eğip bükmesi ya da maddenin zihni şekillendirmesi iki yüzü kesen bir bıçak gibi Batı’nın Kolonyalist emellerine en iyi biçimde hizmet ettiği rahatlıkla görülebilir. Dolayısıyla Batı’nın kendi içinde birbirine “en zıt” gelen uçları (idealizm/realizm, maddeci/ruhçu görüşler, ekoller vb) Kolonyalizmde birleştiği, her türlü farklılıkların o potada eriyip kaynaştığı ortaya serilebilir.
Durum böyle olunca; kendi içinde farklı zamanlarda farklı mekanlarda öne sürülen düşünceler farklı işlev ve amaçlarla aynı yere öyle ya da böyle toplanır. İşin ilginç yanı; din / devlet, din/ siyaset, din/sanat, din/ ahlaktan ayıran artık siyaseti bile ahlaktan rahatlıkla ayıran kısacası her şeyi parçalamayı ve parça üzerinden kurgulamayı “hakikat” gösteren bir Kolonyalizm vardır ve bunun kendi ahlak ve bilgisi bir bütünlük halinde seyredip sistematik ilerler. İnsanı-doğayı-varlığı parçalayan Batı’nın onca bütünlüğü, siyaset alanında çok büyük etkiler ortaya çıkarır.
Kolonyalizmin ahlakı ister değişmeyen bir sabiteden (özden) kaynaklansın yani kötü olduğu için kötülük yapsın ve kötü olarak kendini gösterip öyle anılsın ister tarihsel, sosyal, siyasal süreçlerin bir sonucu olarak kötü-lüğü kazanıp kötü nitelensin her iki durumda da aynı kalabilecek yapıdadır. Şayet Kolonyalizmin ahlakını Varoluşcuların tezleri ile değerlendirirsek farklı bir sonuca yine varamayız. Aynı kapıya çıkarız. Yani Kolonyalizmin herhangi bir “özünün” olmadığı, onun kendi iradeli seçim ve tercihlerinin kendini nitelemede belirleyici olduğunu kabul edersek bile sonuç sadece bizlerin yöntemi açısından bir fark taşıyacak ama Kolonyalizm için sabit kalacaktır. Kısacası; ister düşüncesinden dolayı kötü fiileri olsun, kötü nitelensin, ister fiilleri onun kötülüğünü belirlesin; ister sabitten değişkene gitsin ister değişkenden sabite gelsin fark etmez Pi sayısı gibi apaçık karşımızda duracaktır. Peki Varoluşcuların iradeli tercihler ve kendini inşa teorisi, Kolonyalizmin ahlakını tam anlatmıyorsa ne olacak? İradeli ve inşacı tercihlerin çürük olduğuna ilişkin görüşler Kolonyalizmi bundan sıyıracak mı? Nihayetinde Psikanalizme göre; akıllı başlı insanların günlük hayatlarındaki tüm tercihlerinin-seçimlerinin neredeyse yüzde doksanı (%90’nı) bilinç-li değil bilinç-altı kodlamaların ürünüdür. Yani ‘hesap kitap edilmeyenin inşası’ söz konusudur. Belli belirsiz, ele avuca sığmaz şeylerin “belirleyiciliği” burada söz konusudur. Tam da bu nokta bizlere Kolonyalizmin ahlakı için başka şeyler söyler. Şayet Kolonyalizmin ahlakını onun bilinçli olmayan tarafından yani bilinç-altından kurarsak; ortaya bambaşka vahşet üstü bir hayvanlık çıkacak, bu hayvani dürtülerin onun düşünce ve fiillerinde rol oynadığı söylenecektir. Denkleme felsefi düşüncelerin yanında bilinç-altının katılmış olması Kolonyalizm ahlakı için hiçbir rol oynamaz. Hatta onun ahlakı, hangi değişik teoriler ya da hipotezlerle izah etmeye çalışılırsa daha büyük bir vahşet yüzüne rastlanır. Nasıl ki; şeytanı iyi bilmek ve analiz etmek onun kötülüğü hakkında insanı sadece derinleştirirse, Kolonyalizmin de düşüncesini-fiillerini iyi bilip analiz etmek, onun sadece korkunçluğunu hayvandan bile düşük olmasını, iğrençliğini, zulümlerini derinleştirir; onu değiştirmez.
Kolonyalizmin ahlakı, herhangi bir ahlaki durum ve tutumdan ayrılamaz. Zira her ahlakın gerekliliği olan düşünce-eylem yapısını zorunlu olarak bünyesinde taşır. Buradaki en önemli mesele, düşünce ve fiil, fiil ve düşünce arasında ilişkidir. Bunlar birbirlerini inşa ettikçe Kolonyalizm ve onun ahlakı kaçamayacak bir şekilde günah ve zulümleriyle yakalanır.